Arşiv

Posts Tagged ‘korkuyu beklerken’

Bana Oğuz Atay Cümlesi Kurabilir misin?

22/11/2009 2 yorum

Türk edebiyatında romanın oluşumu ve bir edebi tür olarak kabul edilmesiyle romanın dünya edebiyatında üst sıralara yükselmesi aynı zamanlara denk gelir. Bu elbette rastlantısal bir olay değil, on dokuzuncu yüzyıl aydınımızın dünyada olan edebi ve siyasi gelişmeleri yakinen takip ettiğinin belirtisidir. Romanın olayların çerçevesinde insanları anlatmaktan insan psikolojisi etrafında olan olayları anlatmaya doğru geçirdiği değişim Osmanlı’da da Avrupa’yla aynı zamanda olmuştu. Bu aynı zamanda Türk romanının ortaya çıktığı zamandır da. İlk roman örneklerinde, Felatun Bey ve Rakım Efendi’de, Araba Sevdası’nda Batı’ya açılım neticesinde toplumda oluşan yozlaşma anlatılıyordu. Yirminci yüzyıla girildiğinde roman değişmişti. Tema yine Doğu-Batı gerilimi olmasına rağmen ele alınış biçimleri ve anlatım teknikleri gelişiyordu. Peyami Safa, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nda bu gerilimi anlatmakla beraber iç konuşma tekniklerini de ustalıkla kullanıyordu. Sabahattin Ali, Sait Faik gibi yazarlar Doğu-Batı gerilimini bir kişilik probleminden çok adalet problemi olarak algılıyorlardı. Eserlerini de bu yönde vermeye çalışmışlardı. Sabahattin Ali aynı zamanda köy romanlarının da öncüsü olacaktı. Yirminci yüzyılın yarısına gelindiğinde dünyada modern ve postmodern roman ön plana çıkmaya başlamış ve yirminci yüzyılın başından beri yazdıklarıyla modern ve post modern romanı kalıplaştıran yazarları çoğalmaya başlamıştı; James Joyce, Faulkner, Nabokov, Hermann Hesse, İtalo Calvino. Aynı zamanda bu süreçte dünyada hakim olan diktatör rejimler son bulmaya, toplumlar açılmaya, globalleşme ve kapitalizm kendine yaşam alanı açmaya başlamıştı. Türk romanında ellilerden sonra büyük değişiklikler görülecekti. Tanpınar Saatleri Ayarlama Enstitüsü ve Huzur’u, Yusuf Atılgan Aylak Adam ve Anayurt Oteli’ni ve Oğuz Atay da Tutunamayanlar’ı yazacaktır.

Hem çok istediğim hem de altından kalkmakta güçlük çekeceğim bir işti Tutunamayanlar’ı anlatmak: Murathan Mungan’ın dediği gibi, “anlatmanın imkânsızlığıyla anlatmanın zorunluluğu arasında bölünen bir sancı”. Göndermeleri yeni okumalar yapmaya çağırıyor. Oysa ben henüz ne Ulysses’i okuyabildim ne de Gorki’nin inceliklerine giriş yapabildim. Romanı ilk okuduğumda içimdeki tatminsizliği bir parça ileri götürdüğünü fark etmiştim. Varoluş sorunlarını anlatan yazarların, Kafka’nın, Sartre’ın, Camus’nün ve dahi Atılgan’ın içimde bıraktığı gibi bir boşluk değildi bu. Atay ilk kitabında, Türk romanının geri kalanından daha fazla içselleştirebileceğim hikâyeler anlatmıştı; Doğu-Batı gerilimini sunan yazarlarla toplum arasındaki kopukluğu irdeliyordu. Kendini Doğu’nun veya Batı’nın parçası sayanları, içerisinde herhangi bir aidiyet hissi barındırmaksızın afişe ediyordu. Bu aidiyetsizlik Tutunamayanlar’ın neredeyse her satırında hissediliyor. İşte beni Kafka’dan ya da Camus’den çok Atay’a bağlayan bu aidiyetsizlik. Yine de artık kendimi Atay’ın yerine koyamıyorum. Bilakis bundan çok uzağım. Belki de onun eleştirdiği birtakım bağlılıklara sahibim. En fazla, Oğuz Atay romanları okuyarak oğuzataylaşan biri olabilirim.

Ah canım Selim! Ömrün boyunca hep acele ettin, bu yüzden hep geç kaldın. Utanmadın mı içindeki paniği dünyaya dağıtmaya? Kendine Don Kişot gibi, İsa gibi ödevler yükledin, sonra bunlardan Hamlet gibi alay ve ironiyle küçümseyerek kurtulmaya çalıştın. Bir kitap okudun, bir komedi izledin, yoruldun. Anlatamadın derdini. Bu anlatılmazlık yavaş yavaş bizi de kaplıyor Selim. Başardın. Belki anlıyoruz seni. Belki de Turgut gibi, Selim romanları okuyarak Selimleşmeye çalışan insanlarız. Dışladık, hayran olduk. Uzaklaştırdık. Yükseklere çıkardık. Artık itiraf edebiliriz, kurtulmaya çalıştık Selim’den, fakat bu daha çok Selimliğe gömülmemizi sağladı.

Ben aslında Atay’ı okumaya sondan başladım. Bir internet sitesinde Demiryolu Hikâyecileri’ni gördüğümde farklı bir şeyler olduğunu anlamış ve etrafımdaki herkese hikâyeyi okumalarını salık vermeye başlamıştım. Kimse benim kadar coşkuyla karşılamadı. Nasıl olurdu bu? Anlatımın sadeliği ve derinliğini nasıl fark etmezlerdi? Sonra bir kitapçı rafında gördüm Tutunamayanlar’ı. İlk seferde okumakta zorlandım. Üçüncü seferde başarabildim bitirmeyi. Sonraki okumalarımda hep farklı bölümleri ön plana çıkmaya başladı. Demiryolu Hikâyecileri’ni okumalarını salık verdiğim hevesle Tutunamayanlar okumasını istedim insanların; başlayamayanlar oldu. Garipsedim. Kitap okumayı sevdiğini söyleyen insanlar nasıl olurdu da böylesi bir eserden mahrum kalabilirlerdi? Peki ya okuyanlar… Kitaplar neden kendilerini anlama gayretinde olmayan okuru azarlamazlar ki? “Her okuyan sadece kendisinin anladığı, diğerlerinin modaya uyduğu kanaatinde” diyor Begüm Soydemir, Tutunamayanlar için 2001 yılında Radikal gazetesinde yazdığı bir yazıda. Ben aslında anladığımı da iddia etmiyorum. Tam olarak ne bulduğumu anlatmak zor. Herkese farklı cevaplar veriyor.

Bir yandan da korkuyorum, Tutunamayanlar popüler olacak diye. Herkes okuyacak ve kimse Turgut Özben’in çırpınışlarını, Selim’in neden intihar ettiğini anlamayacak. Dimağlarımızda kekremsi bir tat ile kapatacağız kitabı. Çok eğlenceli roman diyecekler, övecekler arkadaşlarına. Herkes bu muhteşem romanla tanışsın isteyecekler ama olmayacak. Ben denedim. Bunun için Atay’dan özür dilemem gerekiyor. Bana anlattıklarını paylaşmamalıydım. Oğuz Atay aramızdan ayrılalı 30 yılı aşkın zaman geçti. O zamanlar ben yoktum. Ama Olric vardı. Onun yokluğunda insanlar evlerinin salonlarında, çay bahçelerinde, otobüslerde, işyerlerinde, makam arabalarının arka koltuklarında Tutunamayanlar okudular. Biliyorum, kendisi görse birer birer alıp yırtardı o nüshaları. Ben yapamadım.

Hepimiz yargılanacağız. Sanık sandalyesinde, Tutunamayanlar’ı yazarak Selimlik’i Selim’den alıp Turgut Özben’e, Süleyman Kargı’ya, Metin Kutbay’a, Esat’a, Olric’e, Selim’in annesine, Aysel’e, Günseli’ye ve günlüklere paylaştırmaya çalışan, bunların hepsinde birden Selim’in farklı bir parçasını araması için Turgut’u roman boyunca bir aşağı bir yukarı koşturarak hayattan bezmesini ve Olric’i alıp kayıplara karışmasını sağlayan, yazdığı romanlarda sevinci, kederi, felaketi, kahramanları, kahramanların başından geçen olayları anlatmak yerine çalışmayı, acı çekmeyi, sevmeyi düşünen bir bilinci anlatan Oğuz Atay ve Oğuz Atay’la birlikte roman boyunca okuduğu her cümlede kendinden bir şeyler bulan, Turgut’un peşinden koşturarak Selim’in intiharının sırrını arayan, Tutunamayanlar’ı okurken aklının bir köşesinde Don Kişot’tan, Hamlet’ten, Ses ve Öfke’den, Köy’den, Ulysses’den, Bozkırkurdu’ndan, Oblomov’dan, Aylak Adam’dan, Suç ve Ceza’dan, Sebastian Knight’ın Gerçek Yaşamı’ndan sahneler canlandırarak Atay’a ihanet eden okur ve okurla birlikte Tutunamayanlar’ı alıp enine boyuna incelemelere tabi tutan, önsöz yazan, kitap hakkında eleştiri kaleme alan, irdeleyen, bir tarz, bir kuram ihdas etmeye çalışan eleştirmen ve eleştirmenle birlikte hayata ve topluma bakışını Tutunamayanlar’dan önce ve Tutunamayanlar’dan sonra diye sınıflandıran aydın ve aydınla birlikte Tutunamayanlar’ı okuduğu halde başucu kitabı yapmayan, kitaplarını kalınlığına ve boylarına göre sıraladığı kitaplığında cüssesine göre yerleştiren kitap okuru, onunla birlikte Tutunamayanlar’ı görüp de kalınlığına öykünerek okumaya cesaret edemeyen insanlar bulunacaklar. Oyunlar, mektuplar, ironi, basılmamış kitaplar, bitirilemeyen kitaplar, yarım kalan yazılar, kaybolan ya da ulaşmayan mektuplar, kaybedilmesi kesin olan mücadeleler hakimlerin karar vermesinde etkili olacak. Oğuz Atay, ben, Atay’ın romanlarını, tiyatrosunu, günlüğünü okuyan ve ondan haberdar olan, bir şekilde adını duyan herkes yargılanacak. Geri kalanlar yargılanmaya değer görülmeyecek. Hepimiz hüküm giyeceğiz. Dünyada sarılıp güç bulduğumuz şeyleri getirecek, yığacaklar önümüze. Bunlar sizin prangalarınız diyecekler. Siz kendinizi bunlarla bağladınız. Şimdi biz, bunları, sizi mahkûm etmekte kullanacağız. Atay’ın gözlerini kelimelerle, benim ellerimi sayfalarla bağlayacaklar. Kendi benliğimize hapsedecekler bizi.

Atay’la ilgili yazılanları okuyorum. Ancak başkalarının kaleminden, kitabına önsöz yazanlardan tanıyorum onu. Öldüğünden beri hayatını ve eserlerini anlatmak için çok yazı yazıldı. Oysa alaycılığına ilk önsözleri küçümseyerek başlıyordu. Onunla ilgili söylenebilecek çok az söz var artık. Fakat ben yine de yazıyorum; Oğuzcuğum Atay, Hayatı ve Eserleri.

Bildiğimiz bir şey var ki doğu toplumlarında tragedya yok. Dolayısıyla Tanpınar’ın deyimiyle “cennetle cehennem arasına sıkışıp kalmış” ve bu ikisini birlikte kabullenmek durumunda kalan Türk aydınının konumu, trajik olmuyor. Tragedya, seçme ve bu seçmenin sonunda gelen mutsuzluğu işaret eder. Türk aydınının alın yazısı Doğu ve Batı’yı aynı anda yaşamak. Bu sebepten biz, hepimiz sürekli gel-gitler içinde, nereye ait olduğumuzu da tam anlayamadan yaşıyoruz. Turgut’un kendi öz benini aramak üzere çıktığı yolculukta attığı her adımda içine düştüğü bu ikilem belli ediyor kendini. Tam Selimleşecekken Olric giriyor Turgut’un hayatına. Hem Selim’in yalnızlığına ulaşmaya çalışıyor Turgut, hem de Olric sayesinde yalnız kalmaktan kurtuluyor. Yorick’ten, Horatio’dan, Sancho Panza’dan, Dr. Watson’dan izler taşıyor Olric. Turgut’un Selim’e hayranlığı onu Selimlikten de uzaklaştırıyor üstelik. Bir Bilim Adamının Romanı’nda Mustafa İnan için söylediği gibi efsaneleştirerek kurtulmaya çalışılıyor böyle insanlardan. Böyle yapmazsak, onları gözümüzde büyütmezsek Selim ya da Mustafa İnan gibi kendimizi ve dünyayı değiştirmek için var gücümüzle çalışmak zorunda kalacağız.

Romanda Selim’in, Turgut’un, Süleyman Kargı’nın, Metin’in, Esat’ın, Günseli’nin arasındaki bütün ilişkiler belli bir metin alışverişine dayanıyor. Birbirleriyle ilişki kuran, bir anı ve duygu alışverişinde bulunan bütün karakterler birbirleri için bir şeyler yazmış oluyorlar. Alışkanlıkları yüzünden bir arada olanlar ise bu bağdan yoksun bırakılıyor. Turgut’tan Nermin’e en ufak bir not bile yok. Turgut, bütün alışkanlıklarını olduğu gibi Nermin’i, çocuklarını da arkasında bırakıp gidiyor. Turgut için Nermin, sehpanın üzerindeki dantel örtünün, küçük burjuva alışkanlıklarının bir simgesi. Nermin’in olduğu her yerde hayat için ve hayata tutunmak için bir uğraş içerisinde bulunmak zorunluluğu var Turgut’un. Bunlara karşı çıktığı noktadaysa ayakkabılarıyla pufun üzerine basıp Selim’den kalan mektupları aramaya başlıyor.

Selim’in kendi oynadığı oyunları, hayattan daha gerçek sayıp yaşadıklarının saçma olduğunu savunması absürdizme götürüyor insanı. Yayımcının Önsözü başlıklı bölüm Tutunamayanlar’ın kurmacasının daha gerçekçi olmasına yaramış. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yaban’da buna benzer bir önsöz yazıyor kitaba. Hikâyenin Tetkik-i Mezalim Heyeti’ndeki görevi sırasında dolaştığı köylerden birinde bulduğu bir günlükte yazıldığını söylüyor okuyucuya. Fakat Oğuz Atay’ın bu şekilde yazmasını sağlayan Yakup Kadri’nin kullanması değil, Hermann Hesse’nin Bozkırkurdu’na Yayımcının Açıklaması başlığında bir bölümle başlaması. Vüsat O.Bener, Halit Refiğ gibi isimler Atay’ın Türk romanından çok Batı romanına önem verdiğini söylüyorlar.

Berna Moran, Tutunamayanlar’da iç içe geçmiş üç hikâyeden söz ediyor. Birbirleri arasındaki geçişlerin mektuplarla sağlandığı hikâyeler. Zaten roman da mektupla başlayıp mektupla bitiyor. Gazetecinin Turgut’un gönderdiği paketi görmesiyle başlayan roman, yine Turgut’un okura yazdığı mektupla son buluyor. Turgut, Selim’in intihar ettiğini öğrendiği gün, Selim tarafından yıllar önce yazılmış bir mektubu aramaya koyuluyor. Burada Turgut’un hikâyesinden Selim’in hikâyesine geçiş yapılıyor. Bundan sonraki bütün gerilim Selim ve arkadaşları tarafından kaleme alınan yazıların peşine düşülmesi şeklinde gerçekleşiyor. Turgut da dünyayla bütün bağlarını koparıp arabasıyla yollara düştükten sonra yazmaya başlıyor. Tutunamayanlar’da yazmak hem karakterlerin birbirleriyle bir şeyler paylaşabilmesinin yolu olarak görünüyor hem de tutunamayanlıkla doğrudan ilişkilendiriliyor. Moran, Atay’ı bir sanatçı açgözlülüğüyle de suçluyor, Kafka’nın, Nabokov’un, Joyce’un ayrı ayrı romanlarda uyguladıkları anlatım tekniklerinin hepsini tek bir romanda birleştirmeye çalıştığını ve bu sebepten çok kalabalık, tıkış tıkış bir roman ortaya çıkardığını, buna rağmen Türk romanında inkâr edilemez bir yenilik olduğunu, birçok yeniliğe de kapı araladığını söylüyor.

Atay, 1970 yılında TRT Roman Ödülü’nü alan ilk kitabı Tutunamayanlar’da tutunanların anlayamayacağı bir öykü anlatıyor. Kitabı yazmasında içerisinde bulunduğu sol aydın sınıfının ikiliklerinin, Atay’a yaşattığı hayal kırıklıklarının etkisi olduğunu söylüyor dostları. Atay, röportajlardan birinde sevdiği yazarları sıralıyor, Kafka, Dostoyevski, Gonçarov, Stendhal, Laclos, George Eliot, Henry James, Melville, Nabokov. Anlatı türlerinden görüyoruz ki bunların dışında Cervantes, Shakespeare, Tanpınar, Sabahattin Ali, Yusuf Atılgan, William Faulkner, James Joyce, Hermann Hesse gibi yazarları da yanı başından eksik etmemiş. Böylesi büyük kaynaklardan beslenen bir dâhi ancak Tutunamayanlar gibi bir şaheser çıkarır demek geliyor içimden. Her ne kadar Atay Türk romanında yeni bir çığır açan yazar olsa da sonrasında dahi onun tarzına benzeyen eserler görmekte zorlanıyoruz. Bir çırpıda sayılabilecek isimler Kara Kitap ve Dublörün Dilemması oluyor. Soruyorum doğal olarak; bana Oğuz Atay cümlesi kurabilir misin romancı?

Ömer ŞARLAK\ Değirmen Dergisi 19.Sayı: Yüzyılın Kitapları