Arşiv

Posts Tagged ‘ses’

Sabahattin Ali

Hiçbirimize kaçacak, saklanacak yer bırakmayan ölüm en sade, en ferahlatıcı biçimde anlatılması ve üzerine söz söylenmemesi gereken olaydır. Birdenbire sönen kandiller gibi insanlar da en heybetli zamanlarında, en çok işleri olduğu anda, bedenlerini arkalarında bırakmaktan kurtulamıyorlar. Sabahattin Ali, bu gidişin, geçiciliğin, ayrılığın farkında. O kadar farkında ki hikâyelerinde ve romanlarında en son ölüm konuşuluyor. Kelimelerimiz ne kadar yetersiz kalıyorsa anlatmaya Sabahattin Ali’nin sadeliği ve hissettirdiği dinginlik de o kadar yerinde.

Sabahattin Ali’nin ölümü suskunlukla karşılamasını ilk olarak Birdenbire Sönen Kandilin Hikâyesi’nde, kendisini yalnız hissetmesini de Kırlangıçlar’da görürüz.

“Etrafımıza göz gezdirince” dedi, “ben de senin gibi dört tarafa koşan kırlangıçlardan başka bir şey görmüyorum. Ben de bunlardan mıyım, diyorum, sonra da bunlardan değilim galiba, diyorum. Onlar da beni pek istemiyorlar. Ne yapayım, burada oturup etrafa bakıyorum. Siz de, şey, sen de gelmesen böyle yapayalnız bu yazı geçirecektim.”(Kırlangıçlar)

“Masanın üzerindeki kandilin alevi, hiç küçülmeden titremeden, yavaşça yok oluvermişti.”(Birdenbire Sönen Kandilin Hikâyesi)

Kırlangıçlar’daki bu yalnızlık Kürk Mantolu Madonna’da daha belirgin hale gelecektir.

Ben ise bütün ömrüm boyunca insanlardan uzak kaldığım ve onlar tarafından pek rahatsız edilmediğim için kimseye kızdığım yoktu. Beni kemiren sadece büyük bir yalnızlık hissiydi ve gene bu yalnızlığın tesiriyle, bana yakın olduğunu anladığım bir insana karşı birçok noktalarda kendimi aldatmaya hazırdım.(Kürk Mantolu Madonna, S.96)

Sabahattin Ali’nin öykülerini bir araya topladığı ilk kitabı Değirmen’de okuduklarımızı yazdığı zaman henüz Nazım Hikmet ile tanışmamış ve Nihal Atsız ile arasını açmamıştır. 1928 yılında Meşale Dergisi’ne gönderdiği Viyolonsel, görücüye çıkan ilk hikâyesidir. Bundan önce Balıkesir’de Orhan Şaik Gökyay tarafından çıkarılan Çağlayan’da şiirleri yayınlanmıştır. Almanya’da kaldığı iki yıl boyunca yazdıkları döndükten sonra Varlık, Atsız Mecmua ve Resimli Ay dergilerinde yer bulur.

Yazar, yıllar geçtikçe masaldan, alegoriden uzaklaşıp gerçeğe yönelecekti. Bunu Değirmen’den sonraki öykü kitaplarında, Yeni Dünya’da, Kağnı’da, Ses’te çok açık bir şekilde görebiliyoruz. Varlık’ta yazmaya başladığı yıllar, 1933 ve sonrası, dilinin tamamen toplumcu gerçekçiliğe kaydığı dönemdir. Varlık’ta yayınlanan ilk hikâyesi Kırlangıçlar’da olmasa bile ikinci kitabına adını veren Kağnı’da, devletin köylüye yabancı olması, ağalık düzeni, zor yaşam şartları ve sefalet tüm vehametiyle önümüze serilecekti. Kağnı’nın ayrıca üslubu da oldukça önemli. Halk edebiyatındaki belirsizlik, mekânsızlık, zamansızlık burada da büyük ölçüde hissediliyor.

Değirmen’i diğer kitaplarından ayırmamızı sağlayan farklılıklar da var. Örneğin, Değirmen’de gördüğümüz uzun betimlemeler, tasvirler sonraki kitaplarında yer almıyor. On-on beş sayfalık öyküler yerine birkaç sayfalık kısa hikâyeler görüyoruz. Bunun yerine tasvirlerini, betimlemelerini romanlarına ayırmış Sabahattin Ali. Romanlarında yaptığı uzunca tasvirler sizi bugünden ayırıp kitabın içinde yaşamaya sürüklüyor. Kürk Mantolu Madonna’nın, İçimizdeki Şeytan’ın her satırında, okur, kendini karaktere yakın tuttuğu ölçüde dünyadan uzaklaştığını fark edemiyor.

Kendisini sevecek, anaç, bilge ve çevresindeki insanların keşmekeşinden uzak kadınlar arıyor Sabahattin Ali. Bunu, Gramofon Avrat, Hanende Melek, Arap Hayri ve Kırlangıçlar’da, Kürk Mantolu Madonna’da, İçimizdeki Şeytan’da görebiliyoruz. Anlattığı kadınlar belli talihsizliklerden sonra, âşık oldukları erkeğe bir çeşit acıma ve merhamet ile yaklaşıyorlar. Erkekler de kadınların güçlü hallerine ve kabiliyetlerine âşık oluyorlar. Cinsellik ve şehvet kahramanların değil düşük karakterli çevre rollerin özellikleri olarak anlatılıyor.

Sabahattin Ali’nin eserlerinde sınıflar arasında keskin ayrımlar vardır. Zengin ve fakir, bürokrat ve köylü birbirinin halinden anlamaz, yaşantıları arasında uçurum vardır. Kafakağıdı’nda;

“Üç sene evvel bizim ağa dere boyundaki ufak tarlamıza sahip çıkar oldu. Bağırdık, çağırdık, fayda etmedi. Oğlan sakat, bende de derman yok, hakkımızı kendimiz arayamadık. Mecbur olduk hükümet kapısına düşmeye. İki sene mahkememiz sürdü. Bizim tapumuz filan yoktu ama, bütün köylü o tarlanın bize dededen kaldığını bilirdi. Bunu soran olmadı, ağa yalancı şahit dinletti, mahkemeyi kazandı. Mahkeme sürerken benden kafakağıdımı istediler, nereden bulayım? Askerden döneli devlet kapısına işim düşmemişti; aradım aradım yok… Sonra mushafın arasında bizim topalın ölen oğlunun kafakağıdını buldum. Onun da adı Mehmet’ti. Kafakağıdı değil mi, hep bir, dedim, vilayete kaydını götürdüm, yeniden adres verdim.”

diye anlatırken üzerinde durduğu toplumsal sorunların hepsini özetliyor; devlet-vatandaş ilişkilerinin yapaylığı, feodal yapılanmanın köylü üzerindeki etkisi, mahkemelerin düzgün çalışmaması, köylünün hakkını aramadaki yetersizliği diye uzayıp gidiyor liste.

Yazarın öykülerinde üzerinde durmadan edemediği diğer bir konu ise elbette cezaevi. Gramofon Avrat, Bir Şaka, Kafakağıdı, Fikir Arkadaşı, Duvar ve İçimizdeki Şeytan’da cezaevinden bahsediyor.

“Bir mahpusu dünya ile hiç alakası olmayan bir zindana kapamak ona en büyük iyiliği yapmaktır. Onu en çok yere vuran şey, hürriyetin elle tutulacak kadar yakınında bulunmak, aynı zamanda ondan ne kadar uzak olduğunu bilmektir. … Bahçede insanın ayakucuna inerek ekmek kırıntılarını toplayan ve aynı hürriyetsiz topraklarda sağa sola adım atan bir kuşun bir kanat vuruşuyla bu duvarları aşarak serbestliklerle kucaklaşmaya gittiğini görmektense, nefes almaktan başka hürriyeti hatırlatacak hiçbir şey bulunmayan bir yerde kapanmak daha iyi değil midir?”(Duvar)

Ses’te ardı ardına yerleştirilen Apartman ve Arabalar Beş Kuruşa, sınıf ayrımına okurun dikkatini çekmek ister gibidir. Zengin ve fakir birbirine oldukça uzak iki ayrı yaşam biçimini temsil etmektedir ve bir araya gelmelerinin imkânı da yoktur.

Hikâye ve romanlarının geçtiği yerlerde bizzat bulunmuştur. Tabii bu halk edebiyatı dilinde yazdıkları ve masalları için değil toplumcu gerçekçi olanlar için geçerlidir. Kürk Mantolu Madonna’daki iç hikayenin Almanya’da geçme sebebi Ali’nin 1928-1930 arasında orada bulunmuş olmasıdır. Kuyucaklı Yusuf Edremit’te, İçimizdeki Şeytan ise İstanbul’da geçer.

1939’da Hasan Ali Yücel başkanlığında yapılan 1.Türk Neşriyat Kongresi’ne katılmış ve M.E.B’nın basması için Sophokles’in yazdığı Antigone, Kleist, Chamisso ve Hoffmann’ın öykülerinin yer aldığı Üç Romantik Hikaye ve Erol Güney ile birlikte Puşkin’in Yüzbaşının Kızı adlı romanını Türkçe’ye çevirmiştir.

Şiirlerinde zamanının diline oldukça yatkındır, halk edebiyatına yakındır. Şiirleri, Çağlayan, Meşale, Varlık, Resimli Ay, Yeni A, Servet-i Fünun’da yayınlanmıştır. Dergilere hece ölçüsünde olanları gönderir. Arkadaşlarına yazdığı mektuplarda mesnevisi ve terkib-i bendleri de yer almaktadır. Asım Bezirci, vefatından sonra bunları toplayıp kitaplarına eklemiştir.

Hikâyelerinin bir kısmında ve Kürk Mantolu Madonna’da bir iç öykü bulunur. Asıl olay içtekidir ama Ali, kendisini de dâhil edebilmek için önce anlatıcının olaya nasıl karıştıdığından bahseder.

Sabahattin Ali’nin meslek hayatıyla ilgisi de şiir üzerine kurulu. 1932 yılında Konya’da okuduğu bir şiirde Atatürk’e hakaret ettiği gerekçesiyle hakkında dava açılıp, bir yıl hapis cezasına mahkûm edilmiş ve meslekten ihraç edilmişti. 1934 yılında Varlık’ta yayınlanan bir şiirle yeniden öğretmenliğe dönebilmiştir. 1944 yılında, İçimizdeki Şeytan’ı yazdıktan sonra Nihal Atsız’a karşı açtığı dava sırasındaki sorgulamalar yüzünden yine meslekten ayrılmış, bundan sonra gazetecilik yapmaya başlamıştır. Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz’la birlikte Marko Paşa, Malum Paşa, Merhum Paşa, Hür Marko Paşa, Mazlum Paşa, Yedi Sekiz (Hasan) Paşa, Öküz Mehmet Paşa ve Ali Baba adlarında kapatıldıkça yeniden açılan siyasi mizah dergileri çıkarmışlardır. Her yazdığına soruşturma açılmış, dergiler çıktıkları hızla toplatılmış sonra da kapatılmıştır.

Yazmasına izin vermeyen devlet gitmesine de izin vermemiş, pasaport talebi reddedilmiştir. 29 Mart 1948’de kamyona atlayıp Bulgaristan’a doğru yola çıkar. Dokuz buçuk ay sonra, 12 Ocak 1949’da yine gazete manşetlerindedir;

“Sabahattin Ali öldürüldü”